1 Kasım 2014 Cumartesi

SUSMAK DOĞRU OLAN MI?

SUSMAK DOĞRU OLAN MI?

Arzu Kök
Çevremizdeki insanların gözlerindeki neşe giderek azalırken neler olduğunun farkında mıyız acaba?
Bir an olsun durup düşünüyor muyuz konuşmayı terk etmenin sebebini? Zira kendilerini ifade etmeye sıkı sıkı sarılmıyorlar. Sorunlarının ne kadar derin, ne kadar anlaşılmaz olduğunu düşünüyorlar ki o kuytu köşenin sisine sığınıyorlar. Ve nasıl oluyorsa her samimi yaklaşımı kıyamet alameti gibi görüyor, her sevinçli habere şüpheyle bakıyorlar? Bu dünya üzerinde beklentilerini karşılayabilecek kadar ince insanların var olmayacağı inancıyla biraz daha vazgeçmişliğe, biraz daha yabancılaşmaya kapılıyorlar. Ve nasıl oluyor da kimse bunları önemsemiyor? Hele ki biz yakınları çoğu zaman.
Evet, susmayı tercih eder bazıları. Ama neden susarlar? İrdelediniz mi hiç? Susmanın, olaylar karşısında sessiz kalmanın bir sürü nedeni vardır. Mesela anlatmayı beceremeyenler susarlar. Anlatmaktan vazgeçenler susarlar. Diğerlerinden ümidi kesmiş olanlar susarlar. Hata yapmaktan ölesiye korkanlar susarlar. Kendilerini açığa çıkarmaktan korkanlar susarlar. Zannettikleri  kişi olmadıkları, zannettikleri dünyada yaşamadıkları gerçeğini hazmedemeyecek kadar güçsüz olanlar susarlar. Olaylar ve olgular dünyasıyla baş edemeyenler susarlar. Her şeyi gördüğünü, tüm olasılıkları yaşadıklarını düşünenler susarlar. Güçlü olarak görülmeye ölesiye ihtiyaç duyacak kadar güçsüz olanlar susarlar. Ama bir şey vardır ki sonsuza kadar hiç durmadan konuşacak dediklerimizin en çabuk susanlar olduğu gerçeğidir.
Niçin susar bir insan, neden konuşmaz?
Belki başlangıçta konuşmadan da anlaşabileceği birilerinin var olduğunu sandığı içindir, ya da öyle umuyordur. Sonra belki de bir gün konuşmayı denemiştir ve büyük bir ihtimalle; “kendini ifade et” kültürünün dayatmasında safça, onu anlamalarına kendisinin izin vermediğini düşünerek ve üzülerek… Aslında herkes bir gün konuşur. Ancak konuştuğunda sustuğundan daha beter bir anlayışsızlıkla karşılaşma ihtimali korkutur daha çok insanı. Ve belki de düşününce en doğrusu susmaktır diyerek susuyor insanlar.
Bir dostuma sordum geçenlerde, “Neden susuyorsun ve tercih ediyorsun yalnızlığı?” diye. Aslında düşündürücüydü cevabı: “Susmak en doğrusudur belki ve siz susarken anlamış olanlar varsa sizi, konuşacağınız kişiler de yalnız onlar olmalıdır. Bir de şu var; yalnızlığınız zevk veriyorsa, içinizin zenginliği size yetiyorsa, küçücük bir dünyada kocaman bir âlem kurabiliyorsanız bırak kim ne söylerse söylesin mutluyum ben yalnızlığımda.” Bir an durdum düşündüm. Evet, haklı belki de. Ama susmak da aslında bir kaçış değil midir? Yaşamdan, mücadeleden kaçış.
Sonra eklediği bir cümle ile aslında haklılığını ispatlamak istiyordu: “Zekâsı benimle aynı şakayı paylaşmaya yetmeyenlerle benim ne işim olabilir ki?” Ama haklılığına inandıramadı bu söz. Zira asıl sorun da aslında o kişileri de o düzeye getirmek değil midir? Asıl başarı ve mutluluk bu olacaktır. Pes edip köşeye çekilmek değil.

DOĞMAMIŞ İŞÇİLER

DOĞMAMIŞ İŞÇİLER

DOĞMAMIŞ İŞÇİLER
 Arzu KÖK
İşçileri öldürün,
      öldüremiyorsanız döveceksiniz,
               dövemiyorsanız söveceksiniz.
Soma’da olduğu gibi…
1 Mayıs’ta olduğu gibi…
Başbakan’ın söylediği gibi…
Her zaman deniliyor ki Maden ocaklarındaki ölümler görmezlikten geliniyor diye. Koca bir yalan bu söylenenler. Nasıl görmezden gelinebilir ki efendim, hele ki ölümlerin üzerini örtmek bu kadar zor bir iş iken? Yaşanan olaylar karşısında sessizce beklendiğini, hiçbir şey yapılmadığını  düşünenler ise daha da çok yanılıyorlar. Bu yapılanlar, gördüklerimiz sadece ve sadece oyunun kuralı. Ne yapabilirler ki işler yetiştirilmelidir.
Gayri Safi Milli Hasıla, tüm “saf”lığımıza rağmen artmak, kişi başına düş(mey)en gelir yükselmek zorundadır. Bakınız ne güzel ihracat(ımız) artmıyor mu? Kapitalizmde şov bitmemelidir. Makineler gümbürdemek, kaslar gerilmek zorundadır. İşte olması gereken asıl zorunluluk budur. Saf bir şekilde tedbir alınmasını beklerken  üzücü olaylar yaşanmaya devam edecek” ya da“inşallah tedbir alınır” gibi sözleri işitiyor olmamızın da nedeni budur. Zira kapitalizmin vicdanı yoktur. Şov her şeye rağmen devam etmelidir, edecektir. Aksi halde işçiler dışındaki birileri zarar görür. Hem maazallah onlar zarar görürse halimiz nice olur?
“Doğmamış Çocuğa Mektup” adında yıllar önce okuduğum bir kitap vardı. Soma’da hayatını kaybeden bir işçinin hamile bir eşi olabileceğini düşündüm de aklıma geldi birden. “Acaba bu mektubu Maden ocağındaki göçükte eşini kaybeden bir anne yazmış olsaydı ne yazardı diye?” düşündüm“Çocuğum, kızım ya da oğlum babasız doğacak, babasız büyüyeceksin” diye başlardı mektuba sanırım. Ama ya sonrası? Nasıl getirirdi gerisini mektubun?
“Yazık ki senin için de benim için de bir tufan olacak yaşamımız…  Bir şeyler yarım kaldı ortada, ben de anlayamadım. İşe gidiyorum diye çıktı bir sabah erkenden baban… Başka bir yere de gitmezdi zaten… Hiçbir kötü alışkanlığı da yoktu. Ama… Sanırım işe gittiği için öldü baban, işçi olduğu için… İşçi ne demek diye soracaksın şimdi evladım. Nasıl olsa öğreneceksin günü geldiğinde ama şu kadarını söyleyeyim sana, yaşamak adına başkaları için çalışanlara işçi denir… Kimileri işçi olduğunu bilmez ya da reddeder, kimileri ise bunu çok kutsal sayar, kimileri ise hiç önemsemez veya aşağılar, ama şu kadarı açık ki onlar olmasa… Şu etrafına bak… Göz alabildiğine genişçe bak… Hadi şimdilik senin yerine ben bakayım, işte tüm bunlar da olmazdı… Olmazdı ama zaten bizim de olmadı….Amcanların da yok, dayınların da… Babanın iş arkadaşlarının da yok… Galiba işe gittikleri için hiç olmamış…. Hiç de olmayacak…
Aslında bu yokluk halinin onlar da farkında, mesela yılda bir kez bayram seyran diyerek kutlama yapmaya,  haklarını aramaya kalkıyorlar… Diyeceksin ki ne cesur babam varmış… Yok çocuğum yok… Evet gerçi cesurdu cesur olmasına ama… Dayakları, biber gazlarını, copları yiyip sularını içip geliyorlardı eve… “Biber gazı da ne?” diye mi sordun, boş ver şimdi, nasıl olsa sonra anlarsın, sen de bakarsın tadına… Ha bir de “ayak takımı” meselesi var… Aman sakın unutma çocuğum… İleride duyduğunda da şaşırma sakın… Yok yok senin o yumuşacık, güzel ayakların değil bahsedilen… Bazı insanlar baban gibilerinden kendi aralarında ayak takımı diye bahsederler… Muhtemelen de ilerde senden de öyle bahsedecekler… Ama sen bakma onlara… Ya da bak, bak ki iyi belle… Niye mi senden de ayak takımı diye bahsedecekler… Galiba sen de baban gibi işe gideceğin için çocuğum…”
Ne kadar zor eşini bir maden ocağında göçüğün altında kaybeden bir annenin çocuğuyla babası hakkında konuşmasını, dertleşmesini kestirmek ne kadar zor. Duyguların ağırlığı, gerçekliğin acımasızlığı kadarmış. Böyle durumlarda daha iyi anlıyor insan bunu.
Doğmamış işçiler rahat uyuyun diyemiyorum sizlere. Zira bugün de ölüm haberi geldi ocaklardan. Keşke hiçbir işçinin çocuğu yetim kalmaz, hiçbir işçinin eşi, hiçbir anne benzer ağırlığı taşımak zorunda kalmaz. Keşke hiçbir işçinin ölmeyeceği günler olsa. Keşke hiçbir çocuk hele ki doğmadan yetim kalmasa…

19 Eylül 2014 Cuma

Prof. Dr. İSA KAYACAN'a ithaf,

Mücadeleye, Eser ve Üretimlere Devam; Arzu KÖK

Mücadeleye; Eser ve Üretimlere Devam
Araştırmacı, Şair-Yazar, Öğretmen
Arzu KÖK
Bir kitap geçti elime dün. İsa Kayacan’ın Burdur Ticaret ve Sanayi Odası yayını olarak çıkan “Kadın Destanı” isimli kitabıydı bu. 131. kitabıydı bu onun. Aceleci, kolaycı olan günümüz insanının harcayamayacağı bir çaba ile çalışıyor ve üretiyor İsa Kayacan. Bunun devam etmesi de en büyük dileğimizdir. Zira İsa Kayacan yaklaşık iki yıldır bir hastalığın pençesinde mücadele ediyor. Şimdilerde ise hastanede, palyatif bakım, takip ve tedavi altında. 
İlk tedavisinin ardından hastaneden çıkmış yeniden çalışmaya, üretmeye başlamıştı. İşte Kadın Destanı isimli elimde tuttuğum bu kitap da o sürecin bir ürünü. Kadın Destanı isimli kitabını bitirip yayına verdikten hemen sonra yeniden yatırılmış hastaneye. Yeni öğrendim. İsa Kayacan’ın azmine, yaşama bağlılığına, daha üretecek çok şey, yazacak çok kitabı, henüz gerçekleşmemiş hayallerini gerçekleştirmek konusundaki inancını bildiğimden üzüldüm doğrusu. Ancak inanıyorum ki İsa Kayacan hastaneden eskisinden daha sağlam çıkacak ve başlayacak yeniden eserler üretmeye. Yıllardır yaptığı birikimleri kendi süzgecinden geçirecek ve 131 eserden sonra hani derler ya hepsine cilâ olacak yeni eserler koyacak ortaya ve bizler büyük bir keyif ve minnetle okuyacağız yazdıklarını. 
131. ESER; "KADIN DESTANI"
İsa Kayacan hakkında son duyduklarım onun daha iyiye gittiği yönünde ve bu sevindirdi beni açıkçası. Ben arayamadım kendisini çünkü tedavi esnasında rahatsızlık vermek istemedim. Ama sürekli bilgi almaya çalışıyorum kendisi hakkında. İsa Kayacan benim şiirlerimi yazdığı yazılarla tanıttı birkaç defa. Yalnız benim mi? En az 3000 genç insanın, şairin, yazarın adının duyulmasını, bilinmesini, tanınmasını sağladı yazdıklarıyla. Bu tanıtımını yaptığı yazar ve şairlerin hepsi borçludur kendisine. Eğer o şair yazarlar bugün bir yerlere geldilerse İsa Hoca sayesindedir bu. Şimdi İsa Hocam bu hastalıkla mücadele ederken eminim ki hiçbiri dualarını esirgemiyordur ondan. Zira o bu tanıtımlar ve yayınlar için kimseden bir şey istemedi, aksine hem onlar için yazdı hem de yazdığı yazıların yayınlandığı gazete küpürlerini erinmeden adreslerine postaladı, web sitesinde yayınladı. O kadar çok postalama işlemi gerçekleştirdi ki PTT bile ona borçludur diyebiliriz. Zira son yılların en iyi müşterisi konumundaydı. PTT de bu borcu ödemeli ve mutlaka şükran belgeleriyle, törenlerle ödüllendirmelidir O’nu..
Ülkemizde bir yerlere geldiklerinde kendi doğup büyüdükleri yerleri unutan, “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de, kalmasak da o köy bizim köyümüzdür.” diyenlere inat unutmamıştır o köyünü, kentini, memleketini. Doğum yeri olan Burdur-Tefenni Ece Köyü’nü sürekli yazılarında anlatmış, bununla yetinmemiş belki de Türkiye’deki en büyük köy kütüphanesinin orada açılmasına vesile olmuştur. Tabii köylüleri de bu çalışmalarını takdir ederek kütüphaneye “Prof. Dr. İsa Kayacan Kütüphanesi” ismini vermişlerdir. Şimdi köylüleri de eminim dua ediyordur kendisi için. Böylesi değerli hemşerilerini yalnız bırakacak değiller ya.
ATA-TÜRK ÇİÇEĞİ;
ÜSTAD İSA KAYACAN'A
O BİR TÜRK BÜYÜĞÜ
Balkanlar’dan, Kafkasya’ya, Ortadoğu’ya kadar uzanan bir coğrafyada etkin çalışmalar yapmış; Türk Dünyası Genç İletişimciler Derneği’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Azerbaycan ile ilgili 1.624, Irak’ta yaşayan Türkmenler için ise 805 adet makalesi bulunmaktadır. Azerbaycan’da yayınlanan makalelerinin derlenip toparlandığında 8 cilt olduğu söyleniyor. Azerbaycan yetkilileri ise “Sovyet sonrası ve bağımsızlık sonrası dönem dâhil, hiçbir yazar İsa Kayacan kadar, Azerbaycan ile ilgili yazı yazıp yayınlamamıştır. Bu rekorun sahibi de İsa Kayacan’dır” demektedirler. Böylesi çalışmalara imza atmış birine bir başka ülkede olsaydı şimdiye kadar “Fahri Konsolosluk” unvanı verilirdi. Ama bizim ülkemiz maalesef bunları göremeyen yöneticilere sahip. Umarım yöneticiler İsa Kayacan’a hasta yatağında böylesi paye verir de moral kaynağı olurlar ona. Çünkü bunu fazlasıyla hak eden bir insan o.
İyi ki varsınız İsa Hocam. Sizi tanımış olmak büyük bir onurdur benim için. Sizin gibi insan sevgisi ile yoğrulmuş, vefakâr, fedakâr ve mütevazı, dost canlısı, yürekli bir insanı bulmak zorlaştı artık günümüzde. Gerçi sizi tam olarak anlatabilecek kelime bulamıyorum. Nedense yetersiz kalıyor sözcük dağarcığım.
İYİ Kİ VARSIN!..
Ben inanıyorum ki siz o hasta yatağınızdan ve sizi rahatsız eden hastalıklardan silkinerek kalkacak, yaşama azminiz, güçlü iradenizle hayata sımsıkı sarılacak, inşallah şifa bulacak ve eskisinden ileri bir “yaşama sevinci” ile mevcut birikiminizi harmanlayarak çok daha değerli eserler vereceksiniz. Bugün size hak ettiğiniz değeri göstermeyenleri pişman edeceksiniz yeni eser ve üretimlerinizle. Sizin gibi bir hazineyi görmeyenlere yazıklar olsun…
İnanıyorum ki mücadeleyi asla bırakmayacak ve yeni üretimlere, güzel yarınlara yelken açacaksınız. Biz de umutla, heyecanla bekliyor olacağız sizi ve eserlerinizi.  
Allah uzun ve sağlıklı bir ömür versin değerli Hocam.
Arzu Kök

22 Nisan 2014 Salı

BU GÜN 23 NİSAN; NEŞ'E DOLUYOR İNSAN!..

23 Nisan-Arzu Kök yazdı

23 Nisan-Arzu Kök yazdı
bayrak ve bebek

23 NİSAN
Hani çocukların en kolay ezberlediği bir 23 Nisan şiiri vardır. O şiirin iki mısrası şöyledir; “Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan.” Bugün tüm yurtta ve KKTC'de bazı çocuklar müsamerelere, bazıları alanlara çıkacak, okul avluları sevinç ve coşkuyla dolup taşacak, şarkılar, şiirler birbirine karışacak... Ve bu şiir de mutlaka okunacak. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerle kutlanacak.
Pek tabidir ki kutlanmalıdır. Ama çocuklara kutlu olsun, büyüklere değil! Zira o  büyüklerdir  ki, çocukluktan nefret ettikleri için bir an önce büyüyüp büyük mevkilere makamlara gelmişlerdir, ne kendi çocukluklarını ne de başka çocukları sevmişlerdir! Bu nedenle de onların bayramını kutlama gereği duymuyorum. Zira ikiyüzlülük yapmış olmak istemem.
Şimdi onlar, çocukları da kendilerine benzetebilmek adına, bir günlüğüne koltuklarını çocuklara devredecek böylece de vali, belediye başkanı, emniyet müdürü, başbakan hatta cumhurbaşkanı olacak çocuklar! Ancak bu koltukların çocuklara verilmesine hiç de taraftar değiliz. Zira onların saflığını, iktidar, hırs, mevki, koltuk gibi bazılarının pek bayıldığı şeylerle bozulması taraftarı değiliz.
 Çocukları sevmiyorlar. Çünkü, onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok mühim başka işleri var, kimi güya  vatanı milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirmek peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacaklar belki ama, onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkum olacaklar.
Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar, bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, rögarlardan içeri peş peşe çocukların düşüp ölmesine izin vermezlerdi.  Bir an geçmişe dalıp çocukluk günlerinizi hatırlayabilselerdi, geçen yıllarda bir gezi sırasında ölen 30 çocuk belki bu yıl da kutlayabileceklerdi 23 Nisan’ı coşkuyla. Yanmış bir çocuk hastane kapılarında parası yok diye ağlar vaziyette bekletilmezdi.
Büyüklerin veya kendilerini çok büyük görenlerin bu  bayramı kutlamaya hakları yok. Bu anlamda da  ikiyüzlülük yapmamaları ve biraz olsun utanmaları varsa  gidip  kendileri hakkında suç duyurusunda bulunmaları gerekir. Ancak hala tüm bunlar onları rahatsız etmiyor ki rahat koltuklarında güle güle, izzet ve ikbal ile oturuyorlar. Ne diyelim; “ Buyurun devletlim, makam da sizin koltuk da! “ kullanın dilediğiniz kadar. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir şeyin garantisi yoktur. Devran dönebilir bir gün.
 Bu bayram çocuklar yine "Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan" diye sevinçli şarkılarını söyleyecekler. Ancak lütfen büyük makam sahipleri; sakın ola ki onların şarkılarına katılmayın, hatta bayramlarını bile kutlamaya kalkışmayın! O sanki sonradan tutturulmuş iğreti gülüşlerinizle, o yapmacık sevgilerinizle ve yapmacık hareketlerinizle çocuklara yaklaşmayın Zira sizleri görünce değil bizlerin çocukların  bile yüzü gülmüyor. Yani “Neşe dolmuyor insan.”
ARZU KÖK